“Hani Rabbi ona ‘teslim ol’ buyurduğu zaman, o da ‘âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.”1
“Hayır, öyle değil; Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”2
İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara gönderdiği dinin genel adı olup, kelime manası olarak boyun eğmek, teslim olmak, itaat etmek manalarına gelir. Allah Azze ve Celle’nin Hz. Peygamber’in rehberliğinde öğrettiği hayat tarzı, en son ve mükemmel şeklini almış, O’nun uyguladığı ve öğrettiği hüküm ve düzenlemeler, kıyamete dek tek nihaî otorite olarak önümüze sunulmuştur. İmtihan için gönderilen insanoğlunun bu otoriteye teslimiyeti veya isyanı, onun ahiretteki durumunu şekillendirecektir. İnsan kendisine ilham edilen ‘takva’ ve ‘fücur’dan hangisini harekete geçirirse, ona göre karşılığını görecektir.
İnsanlık tarihinin zirve şahsiyetleri olan Peygamberler, Allah’a yaklaşma, teslimiyet ve takvanın en önde gelen kişileri olarak göze çarparken; Peygamberlerin getirdiği hayat nizamını reddeden, isyanı, tuğyanı ve fücuru bayraklaştıranlar ise esfele sefilin (aşağıların aşağısı) olanları temsil etmişlerdir. Diyebiliriz ki teslimiyet insanı yükseltmekte, tersi ise alçaltmaktadır.
Teslimiyet, inanmanın da itaatin de ötesinde bir kavramdır. Rabbinin emir ve yasaklarına, O’ndan gelen her şeye kayıtsız-şartsız gönülden kabule dayanmaktadır. Kalbinde şüphelere, acabalara yer vermeksizin, yolun sonunu (zafer veya yenilgi) bilmeksizin Rabbanî yola girmek, bu yolda başına gelenlere gönülden sabretmek, hiçbir zaman eyvah dememektir teslimiyet. Tıpkı Hz. Musa’nın, Firavun ordusu ve deniz arasında sıkışıp kalındığında “eyvah yakalandık” diyen kavmine dönüp de “Hayır! Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir” dediği gibi diyebilmektir tevekkül ve teslimiyet. Böyle bir teslimiyetin ardından deniz yarılıyor ve yol açılıyor…
Teslimiyet denilince akla ilk gelen Hz. İbrahim ve ailesidir. Rabbi onu defalarca imtihanlardan geçirdi. Ateşe atılırken Rabbine tevekkül ediyor ve halini Allah’a arzediyordu. Her insan gibi ateşin yakıcılığını biliyor ama o ateşin kendisine (teslimiyetinden dolayı) serin ve selamet olacağını bilemiyordu. Onun bildiği tek gerçek, her şartta âlemlerin Rabbine teslim olması gerektiğiydi. Gerisinin bir önemi yoktu çünkü. Teslimiyetin göstergesi bu yola kurban olmaktan, her şeyini bu yola adamaktan geçiyordu.
Hz. İbrahim’in imtihanlarına bakıldığında, bu imtihanların giderek zorlaştığı göze çarpmaktadır. Ateşle imtihanı, hicrete zorlanması, eşi ve çocuğunu çöle (bu günkü Mekke civarına) bırakması ve en sonunda oğlunu kurban etmesinin istenmesi. Bunların her biri birbirinden zorlu imtihanlardı. Ateşle imtihanında kurban kendisi iken, sonraki imtihanında kurban, yıllar yılı özlemini çektiği, ihtiyarlık yaşında kavuşabildiği uysal tabiatlı, biricik oğluydu. İsmail sevgisi Hz. İbrahim’in kalbinde yer etmişti. Şüphesiz bir baba için oğlunu kurban etmek, çok daha büyük bir imtihandı. Belki de Hz. İbrahim kendisi ateşe atılırken bu kadar zorlanmamıştı. Çünkü kendisini ateşe atanlar, Allah’ın otoritesini tanımayan zalimlerdi. Ama şimdi kendisinden oğlunu kesmesi isteniyordu. Emri veren, teslim olduğunu ifade ettiği âlemlerin Rabbi idi ve Hz. İbrahim’in bu teslimiyeti göstermesi gerekiyordu.
“Nihayet çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince, İbrahim ona: ‘Yavrucuğum ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım ne dersin?’ dedi. O da: ‘Babacığım sana emredileni yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın!’ dedi.”3
Hz. İbrahim’in evladına sorması, oğlunun da Allah’a teslimiyetini ve yükseltmesini sağlamak içindi. Yoksa evladı ‘hayır yapma’ deseydi yine de kendisine verilen emri gerçekleştirecekti. “Emredileni yap” cevabı, aynı zamanda yıllar önce Hz. İbrahim’in Rabbinden istediği salih evladın İsmail olduğunu da tescil etmiş oldu.
Seçilmişler, Rabbi uğruna her şeylerini ortaya koyarak feda edebilme kabiliyetine sahip, sevmenin ve sevilmenin, “teslim oldum” diyebilecek ağır bedelleri olduğunu bilen kişilerdir. Hz. İbrahim Aleyhisselam, olması gereken teslimiyeti gösterdi, kurban olan Hz. İsmail de. Bu olayları sezinleyen ve olacakları kabullenen Hz. Hacer de. Kendilerinden sonraki nesillere zor ama başarılmış bir imtihanı miras bırakarak teslimiyetin zirvesini gösterdiler el birliğiyle. Bizlere Allah’ın yoluna nasıl kurban olunacağını öğrettiler.
Hz. İbrahim’in şahsında gerçekleşen bu hâdise, Allah’ın hâkimiyetini yeryüzünde ikame etmekle yükümlü olan bizlere ne ifade etmektedir? Bugün bizden evlatlarımızı kesmemiz istenmiyor elbette. Ama bilinmelidir ki, herkesin dava yolunda kendisine engel olan bir İsmaili vardır ve onu tespit edip kesmedikçe yükselemeyecektir. Çünkü İsmailimizi bulup da kestiğimizde, bileceğiz ki bu kurban, Rabbimizle aramızdaki engelleri kaldıracak ve bizi Allah’a daha çok yaklaştıracaktır. Bu anlamda bıçağı kurbanlık koçun boynuna değil, birer İsmail hükmünde olan içimizdeki dünya sevgisine, dünyaya mıhlanmış ayaklarımıza, nefsî prangalarımıza ve bizi mesuliyetlerimizden alıkoyan mazeretlerimize değdirmeliyiz. Çağın İbrahim’i olup, bir yandan şirkle mücadele etmeli, bir yandan da bizi bu mücadeleden alıkoyacak sebepleri (İsmailleri) ortadan kaldırmalıyız.
Merhum Ali Şeraiti diyor ki: “İbrahim gibi İsmailini seçip Mina’ya getirmelisin. Kimdir İsmailin? Kendin bileceksin, başkalarının bilmelerine gerek yok. Karın olabilir, yeteneğin, işin, cinsiyetin, gücün, rütben, mevkiin vs. olabilir. Hangisi olduğunu bilmiyorum fakat İsmail İbrahim’in yanında ne kadar sevgiliyse senin yanında da o kadar sevgili olması gerekir! İsmailin bazı göstergeleri; hürriyetini senden alan ve görevlerini yapmana engel olan her şey, seni eğlendiren, gerçeği bilme ve duymadan alıkoyan, sorumluluğu kabul etmekten çok, seni özür aramaya iten her şey ve yalnızca ileride desteğini almak için seni destekleyen herkestir. Onu hayatında arayıp bulmalısın. Eğer Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak istiyorsan, İsmailini Mina’da kurban etmelisin…”4
Kur’an, “üsvetün hasene (güzel örnek)” ifadesini Müslümanlara örnek gösterdiği5 Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den sonra bu ifadeyi sadece Hz. İbrâhim için kullanır.6 Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz ve teslimiyetini idrak etmeye çalışmamız içindir.
Allah’a kurbanlarımızı sunarken takva sahiplerinin yaptığı gibi en güzel şekilde ve en kıymetli olanlarından seçmeliyiz. Adağımızı sunarken, İmran’ın karısı Hanne gibi en kıymetli hazinemizi sunsak bile; “Rabbim bunu benden kabul buyur” yaklaşımı içerisinde, Allah’ın en güzeline layık olduğunu bilmeliyiz. Elimizden gelenin en güzelini ortaya koysak bile ‘acaba Rabbim kabul eder mi’ hassasiyetinde olmalıyız. Çünkü Allah Azze ve Celle ancak muttaki olanların adağını kabul etmektedir. “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, ‘Andolsun seni mutlaka öldüreceğim’ demişti. Öteki, ‘Allah ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder’ demişti.”
Yaklaşan kurban bayramını, Allah’a yaklaşma (kurbiyyet) vesilesine dönüştürmek için, İslamî hizmetlerde görev almalı, bedenimizi, vaktimizi, tüm imkânlarımızı bu yolda seferber etmeliyiz. Bütün enerjimizi, özlenen İslam Medeniyeti’ne kavuşma yolunda sarfetmeliyiz. Bu anlamda atacağımız her adımın bizi İslam Medeniyeti’ne yaklaştıracağı şuuru içerisinde olmalıyız. Bu yolda karşılaşılan her sıkıntı için azmetmeye ve sabretmeye değer bir iş yaptığımızı bilmeliyiz. Cennette “(Dünyadaki sıkıntılara) Sabretmenize karşılık size selam olsun”8 diyen meleklerin selamına muhatap olmayı istemez miyiz? Rabbim bayramını kurban eden ve Rabbiyle irtibatı sağlam olan muttakilerden olmayı nasip etsin inşallah.
Murat Gülnar
Furkan Nesli Dergi'sinden Alıntıdır.