İslamcılık; kimine göre dini siyasal ideoloji gibi gören bir hareket, kimine göre de Müslümanların içine düştüğü sıkıntılardan kurtuluşun reçetesinin İslamî referanstan alınması gerektiğini savunan siyasi, sosyal ve kültürel hareketin adıdır. Bazıları bu kavramın doğuşunu 1850’li yıllara kadar dayandırsa da o yıllarda Osmanlı Devleti’nin varlığının devam etmesi, İslam’ın hükümlerinin yürürlükte olması gibi sebeplerden bunu kabul etmek pek de doğru olmasa gerektir. İslamcı kavramını ilk kullanan kişinin Ziya Gökalp olduğu da iddia edilmektedir.1İslamcılık; kimine göre dini siyasal ideoloji gibi gören bir hareket, kimine göre de Müslümanların içine düştüğü sıkıntılardan kurtuluşun reçetesinin İslamî referanstan alınması gerektiğini savunan siyasi, sosyal ve kültürel hareketin adıdır. Bazıları bu kavramın doğuşunu 1850’li yıllara kadar dayandırsa da o yıllarda Osmanlı Devleti’nin varlığının devam etmesi, İslam’ın hükümlerinin yürürlükte olması gibi sebeplerden bunu kabul etmek pek de doğru olmasa gerektir. İslamcı kavramını ilk kullanan kişinin Ziya Gökalp olduğu da iddia edilmektedir.1 İslamcılık kavramını kullanırken bir hususu belirtmekte fayda görüyorum. Bazıları bu tabiri hoş karşılamayabilir ancak bazı kavramlar meşhurlaştıkça meramımızı anlatmak için mecburen o kavramları kullanmak durumunda kalıyoruz. Bugün bu kavramı kullananlar İslam’ı bir ideoloji gibi görüyor, tartışılan teorik bir fikir zannediyorsa bu yanlıştır. Eğer bu kavramla İslam’ın hâkim olmasını, Allah Azze ve Celle’nin hükümlerinin yürürlükte olmasını kastediyorsa bu anlamda her Müslüman İslamcı olmak zorundadır. Elbette ki Müslümanın bir tek kimliği vardır ve her Müslüman İslam’ın hâkim olmasını, İslam Medeniyetinin gölgesinde hayat sürmeyi istemelidir. Ancak toplumun büyük bir kısmı dini sadece namaz, oruç, hac gibi bazı ibadetlerden ibaret gördüğü için başka sistemlerin yönetimi altında hayatını sürdürmeyi normal karşılamakta, İslam Medeniyeti arzusu taşımamakta, böylelikle yaratılış gayesinden uzaklaşmaktadır. İslam’ın hâkim olmasını isteyenler maalesef bu büyük kitlenin yanında azınlık kaldıklarından sesleri cılız çıkmakta, meramlarını anlatmakta zorlanmakta hatta yeni bir ideoloji ortaya atmakla suçlanmaktadırlar. Bu girişten sonra İslamcılığın tarihi sürecine bir göz atalım:
Osmanlının Yıkılması İle Başlayan Süreç
Osmanlı’nın yıkılması ve yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında meclisin Besmeleyle açılması gibi, o günkü resimlerde sarıklı, sakallı ve cübbeli âlimlerin olması gibi bazı İslamî motifleri saymazsak sonraki yıllarda dine ait bütün değerler erimeye başlamıştır. Aşamalı bir plan dahilinde hareket edilmiş, İslam’a ait değerler birer birer sahneden çekilmiştir. Harf inkılabı, kılık kıyafet değişimi, halifeliğin kaldırılması ve medreselerin kapatılması gibi kanunlarla İslam’a ait olan değerlere darbe vurulmuş, memleket batı hayranı bir topluma dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu duruma tepkiler olsa da o dönemin sert şartlarında (Üstad Bediûzzaman’ın deyimiyle kış şartları) muhalefet edenler sürgün, işkence, hapis veya dar ağaçlarıyla cezalandırılmıştır. Öyle ki Kur’an dersi verdiği için üzerine semer vurulup sokak sokak teşhir edilenler, sarık taktığı için idam edilenler oldu. Arapça ezan okunması ve kamet getirilmesi bile yasaklandı. Bu dönemde göze çarpan İslami oluşumların temsilcileri daha çok mevcudu muhafaza ve yapabildikleri ölçüde gelecek nesle bir şeyler bırakabilme çabası içindeydiler. Üstad Bediûzzaman Rahimehullah ve Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri bu dönemde en göze çarpan şahsiyetlerdendir. Elbette ki o dönemde bazı tarikatler de mevcut idi ve onlar içinde Nakşibendi olan rahmetli Şeyh Said’in kıyamı ve akabinde idam edilmesi o günün İslamcılık hareketleri içinde önemli bir yer tutar. Mahkemede verdiği ifadelerinden Şeyh Said’in İslami yönetim istediği, bunun için her şeyden vazgeçecek bir kararlılığa sahip olduğu görülmektedir. Üstad Bediûzzaman’ın ise (şartların elvermemesiyle de ilgili olabilir) daha çok o dönemde esen komünizm rüzgârının tesirini kırmak için iman (Allah’ın varlığı, âhireti ve kaderi ispat gibi) ve toplumun ıslahı üzerinde durduğunu, İslam’ın hâkimiyeti konularına pek değinmediği görülmektedir. Şeyh Said’in ifadelerinde ise açıkça İslam’ın hükümlerinin hâkim olmasını istediği, bunun mücadelesini verdiği göze çarpmaktadır. “Şeyh Said ayaklanması başta olmak üzere ayaklanmaların çoğu Nakşibendi ayaklanmalarıydı. 1950’lere kadarki İslamcı muhalefetse hemen hemen tümüyle Nakşibendi kökenliydi.”2
1945-1970 Arası Dönem
1946’da çok partili hayata geçilince tek parti iktidarının zulümlerine karşı boğazına kadar dolmuş olan halk İslamî bir oluşum yerine Demokrat Parti çatısı altında toplanmış, kendince kötünün iyisini seçmiştir. Bu dönemde ezanın yeniden Arapçaya çevrilmesi ile gazı alınan toplum, camilerinin açık olmasını, dindar kesime yapılan bir takım baskıların azaltılmasını yeterli görmüş, bahsettiğimiz anlamda (İslam’ın yönetimi, dinin her alana karışması gibi) ‘İslamcılık’ talebi olmamıştır. Böylelikle siyasi parti yoluyla bir takım özgürlüklere kavuşabilmenin önü açılınca bu yolla dini taleplerini sistem içerisinde riske girmeden elde edeceğini düşünmeye başlamıştır. Bu süreçte Doğu ve G. Doğu’daki bazı tarikatlerin ve şeyhlerin nüfuzlarını daha çok siyasi parti seçimlerinde kullandıkları görülmektedir. Böylelikle İslami kesimin İslamcılık anlayışı siyasi parti kurma ve demokratik mücadele vererek iktidara gelme anlayışına dönüşmüştür. Fakat Müslümanlar böylelikle güçlerinin tükeneceğini, günün birinde söylemlerinden vazgeçeceklerini, her şeyden daha önemlisi sisteme entegre olacaklarını ön göremeden böyle bir mücadele yolunu benimsemişlerdir. Yıllar önce bir kitapta şöyle bir soru sorulmuştu: “Sizce aralarındaki bir kavgada timsah mı yoksa kaplan mı galip gelir?” Sorunun cevabı kavganın nerede cereyan ettiği ile ilgiliydi. Bu kavga suda mı yoksa karada mı yapılacak, ona göre galibi söyleyebiliriz. Bu durum bugünkü kanunlara göre parti kuran İslamcılara uygun bir örnektir. Sistem İslamcılara parti kurdurmakta, böylelikle Müslümanları kendi bildiği ve güçlü olduğu alana çekmekte, sistemin çarkı içerisinde eritmektedir. Ancak bu durum göz ardı edildi ve ilk siyasi oluşum kuruldu: “14 Ekim 1969 tarihinde Konya bağımsız milletvekili olarak Meclise girmeyi başaran Erbakan, parti kurmak için istişare çalışmalarına başladı ve Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Zahit Kotku Efendi, Bayburtlu Paşa Dede Efendi başta olmak üzere ülkede olgunluğu, ilmi, tarihi bilgisi, tecrübesi, fazileti ve itibarıyla tanınmış bazı kimselerle bireysel ve toplu istişareler yaptıktan sonra 24 Ocak 1970 tarihinde Milli Nizam Partisi’ni kurdu.”3
1980’den 28 Şubat Sürecine Kadar
1980 ihtilâlinden sonra Mevdudi, Seyyid Kutub, Hasan El-Benna gibi mücadeleci âlim ve hareket adamlarının kitapları tercüme edildi ve okunmaya başladı. Bu durum 1979’daki İran İslam Devrimi’nin gerçekleşmesinin estirdiği rüzgârla birleşince İslamcı kesimde yeniden dinin hâkim olması gerektiği bilinci ve umudu tazelendi. Ancak Tevhid’i düşünceye sahip grup ve bazı yayınlar dışında büyük bir kitle, gerek 1980 ihtilalinin korkusu gerekse benimsemiş olduğu parti yönteminin yönlendirmesi doğrultusunda sistemle barışık bir şekilde yaşamaya devam etti. Radikal camia (maalesef bu kavram da bize ait değil) anladığımız manada İslamcılığı dillendiriyor ancak çözüm yerine sabahlara kadar süren kısır tartışmalarla ve diğerlerine (tarikat vs.) sözlü sataşmalarla zaman kaybediyordu. Diğer yandan İslamcıların kurduğu partiler her defasında kapatılırken bu metodu benimseyen Müslümanlar, başka bir isimde yeni bir parti ama aynı metotla devam etmeye çalışıyorlardı. 24 Aralık 1995 seçimlerini takiben kurulan Refah-Yol Hükümeti 28 Şubat 1997’de post-modern darbe ile devrilmiş İslamcıların iktidara gelme ve ‘tepeden müdahale ile halkı İslam toplumuna dönüştürme projeleri’ yine başarısız olmuştu (askerler tarafından engellenmişti). Bu dönemde parti metodu dışındaki İslamcıların bir kısmı şiddete başvurmuş/yönlendirilmiş ve bu bahane ile tasfiye sürecine maruz kalmışlar, diğer bir kısmı ise ılımlı olup 28 Şubatçıların gözüne girerek varlıklarını sürdürmenin çabası içine girmişlerdi. Bazıları ise faaliyetlerini askıya almışlar kendi ifadeleri ile derin dondurucuda bekletmeye bırakmışlardı. Sistem parti kapatma üzerinden İslamcılara gözdağı vermiş, Batı Çalışma Grubu (BÇG) adı altında faaliyet yürüten bir ekip, Müslüman kimliğine sahip, namaz kılan, başını örtenleri fişlemiş, okullarda başörtüsü yasağı tekrar hortlatılarak ikna odalarında kızların başlarını açmaları için baskılar yapılmış, açmayanlar okullardan ve diğer kamusal alanlardan atılmıştı. Bu süreçte de Müslüman kesimin en kutsal davası ‘başörtüsü mücadelesine’ dönüşmüştü. Bunun için eylemler yapılıyor, basın açıklamaları düzenleniyor, üniversite kapılarında bekleniyordu. Tabi zamanla bu direniş de kırılmaya başladı ve kapılarda bekleyenlerin sayısı her geçen gün azaldı ve bitti.
2002 Ve Sonrası
Son olarak Müslümanların iktidarda olduğu son 15 yıla bakacak olursak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: İslamcı bir parti olmadığını özellikle vurgulayan ve buna rağmen (namaz kılan insanlar oldukları için) Müslüman kesimin oylarıyla iktidara gelen ve yaptıkları iyi/kötü şeylerin İslamcılık hanesine not edildiği hükümetin idaresinde geçen bir 15 yıl… Ekonominin kısmen daha iyi olduğu ancak buna paralel İslamcılarda dünyevileşmenin hızlandığı ve İslamcılıktan demokratlığa evrildikleri, eridikleri acınası bir dönem. Son 2-3 yıldır da İslam’ın cemaat kavramının içinin boşaltıldığı, çeşitli bahanelerle cemaatlere baskıların arttığı, insanların İslami faaliyetlere yönelmekten korktukları, tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi bir kısım İslamcıların faaliyetlerini dondurdukları bir zaman dilimini yaşıyoruz. Eskinin mücahidlerinin müteahhit olduğu, ihale ve makam peşinden koştuğu, toplumda maneviyatın azalıp haramların yaygınlaştığı kötü bir dönemden geçiyoruz. Bundan dolayıdır ki son zamanlarda Türkiye’de artık İslamcılığın bittiğini, miadını doldurduğunu ve beklenen huzuru getirmediğini söyleyen bazı eski İslamcılar(!) türedi. Onlar bunu söylerken parti İslamcılığını/metodunu esas alarak söylüyorlar. Fakat Muhterem Hocamızın da dediği gibi İslamcılığın geleceği ve geleceğin İslam’ın olacağı gerçeği değişmeyecek, Allah Azze ve Celle dinini, davasını omuzlayanları asla yalnız bırakmayacak ve akıbet takva sahiplerinin olacaktır inşallah. Buraya kadar süreci özet olarak vermeye çalıştık, aslında daha iyi anlaşılması için her bir hareketin, başlangıç noktası ile geldikleri son noktayı karşılaştırmak, istikametlerine ve hedeflerine bakmak gerekmektedir. Ancak biz bu kadarı ile yetinelim.
Kaynak
1) İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, c.1, s.35. 2) Müfit Yüksel, Kürdistanda Değişim Süreci, s.56. 3) https://www.timeturk.com/tr/2011/02/27/