KUR’AN NEDEN PEYDERPEY İNDİRİLDİ?
Hamd, gönderdiği davet önderleriyle insanlığa hidayetin yolunu gösteren Allah’a; salât, davet yolunda verdiği mücadele ve gösterdiği sebat ile bizlere örnek olan Rasulullah’a; selam, medeniyetimizi yeniden canlandırmak için davet yolunda fedakârlıkta bulunan tüm kardeşlerimin üzerine olsun.
Karanlıklar içinde kalan insanlığın bir kısmı takva sahibi olma düşüncesiyle ruhbanlığı tercih ederek nefsine zulmetmekte bir kısmı da dünyaperest bir yaşam sürmekteydi. Allah Azze ve Celle, yolunu şaşırmış insanlığa örnek olması için Rasulü’nü ve kitabını gönderdi. İnsanlığın hayrı için önder olarak gönderilen Ümmet-i Muhammed’in görevine yavaş yavaş hazırlanması gerekiyordu çünkü örnek bir neslin hazırlanabilmesi sadece öğretmekle mümkün değildir.
Allah Azze ve Celle insan fıtratının hükümlerin hepsine birden uymakta zorlanacağını ve bunu kaldıramayacağını bildiği için kitabını peyderpey indirdi. Sahabe-i Kiram ise inen her yeni ayeti ezberliyor, yaşıyor ve ondan sonra başka ayetlere geçiyorlardı. Allah, onlara yaşayamayacakları ayetleri göndererek güçlerinin üzerinde yük yüklememişti. Daha sonraları Allah’ın hükümlerini terk eden nesiller ortaya çıkmaya başladı. Onlar için sadece bilgi sahibi olmak önemliydi. Bildikleri halde yaşantılarında İslam yoktu. İşte bugün de İslam’ı bildiği halde ona göre yaşamayan, bundan dolayı İslam’ı hakkıyla anlamayan nice müslümanlar görmekteyiz.
İnsanların İslam’ı yaşamadıkları müddetçe İslam’ı anlamaları mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim, yaşama niyetiyle okumayan insanlara hikmetlerini açmaz ve onların kitabı anlaması hiçbir zaman mümkün olmaz. Tıpkı namaz kılmayan, oruç tutmayan bir Müslümanın oruç ve namazla ilgili ayetleri hakiki manada anlamasının mümkün olmadığı gibi… Kur’an’a bu şekilde bakanlar Allah’ın ‘Azîz’ sıfatını da anlayamayacak ve böylece aşağılık kompleksine kapılacaklardır. Çünkü Kur’an’ı anlamak insana izzet kazandırır. Kur’an-ı Kerimi anlamayan ve Allah’ı tanımayanlar bu defa İslam’ın bütün hükümlerini akıllarına uygun hale getirmeye çalışarak aklı adeta ilah durumuna getirirler. İslam’ın hükümlerini doğru anlayamadıklarından dolayı İslam’ı insanların hatta düşmanlarının kabul edeceği bir noktaya getirmeye çalışacak, insanların kabul etmediği hükümleri sanki İslam’da yokmuş gibi konuşmamaya başlayacaklardır.
İSLAMIN İZZETİNE ULAŞMAK
İslam’ı yaşamayan insanda aşağılık kompleksi varken İslam’ı yaşayan insanda daima üstünlük şerefi vardır. “İzzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Rasulü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münafıklar bilmezler”1 buyrulmaktadır. Mü’minler üstün oldukları halde İslam’ı yaşamadıklarından ötürü böyle bir maneviyata sahip olamıyor ve İslam’ın hükümlerini bugünkü insanın aklına uygun hale getirmeye çalışıyorlar. Batılı insanlar her meseleyi akla uygun hale getirmeye çalışarak, akla uymayan meseleleri reddetme yoluna gitmektedirler. Böylece nefsin emri altındaki aklı ‘mutlak doğru’ gibi putlaştırmaktadırlar.
Bugünün insanı da batıdan sızan zehirli gazların etkisiyle her meseleyi akla uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Bu şekilde her meseleye sadece akılla bakmaya çalışan, İslam’ı yaşamayan nice profesörler de Batı’nın etkisiyle onlar gibi konuşmaya başlamıştır. Batının tesiri altında kalanlar kalplerinde İslam’ın izzeti mevcut olmadığı için savunma psikolojisi içerisindedirler. Çünkü İslam’ı yaşamayan insanda İslami izzetin oluşması mümkün değildir. İslam’ın yeryüzündeki hâkimiyetini anlaması mümkün değildir. Böyleleri farkında olmadan insanların koymuş olduğu kanunlarla Allah’ın koymuş olduğu kanunları aynı kefeye koyarlar.
Mesela başörtüsünün fikir özgürlüğü ya da şahsi özgürlük adına savunulması büyük bir hatadır. Çünkü bunlar özgürlük namına savunulması gereken meseleler değildir. Allah’ın, haram ve farz kılma yetkisine sahip olduğunu bilen ve bu hükümler doğrultusunda yaşamaya çalışan bir Müslüman, “Allah emrettiği için bunları yapıyorum” demek zorundadır. İslam’ı yaşamayan, İslam’ın üstünlüğünü, Allah’ın hâkimiyetini ve dediğinin olması gerektiğini anlamamış olanlar garip ifadelerle İslam’ı savunmaya kalkıştılar. Bunlar ‘Şok Dönemi’ sonrası ikinci kuşağın insanlarıdır. Batının Rönesans hareketiyle bilim ve teknolojide ilerlemiş olduğunu gören Müslümanlar şok yaşadılar. Bu şok onları daha sonra çok kötü noktalara götürdü. 19. yüzyıldan itibaren devam eden ‘İslam’ı savunma’ döneminde, Müslümanlar İslam’da fikir özgürlüğünün olduğunu savunmaya başladılar. Ayrıca batının birtakım kriterlerini aynen kabul ettiklerini ilan ettiler.
Batıda var olan birtakım şeylerin İslam’da da olduğunu söylediler. Bunu ispat için de İslam’daki kadın haklarından, fikir özgürlüğünden, işçi haklarından, sosyal adaletten söz etmeye başladılar. Bu şekilde İslam’ı cici göstermeye çalışarak İslam’ı savunma ihtiyacı duydular. Bu dönemin Müslümanları ‘İslam haktır’ dediler. Bu ikinci dönem, 20. asrın ortalarına veya ilk çeyreğine kadar devam etti. Müslümanlar daha sonra ‘Batılı Red’ dönemine girdiler. Batıyı reddeden Müslüman bir toplum henüz meydana gelmediyse de en azından Müslüman entelektüeller ve ulema çapında batıyı reddediş hareketleri başladı. İkinci kuşağın Müslümanları ‘İslam haktır’ derken üçüncü kuşakta batıyı reddeden, İslam’ın üstünlüğünü iddia eden ‘Hak olan İslam’dır’ diyen Müslümanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu Müslümanlar batının karşısında aşağılık kompleksi içerisinde değillerdi. Yavaş yavaş öze dönüş yani medeniyetimize dönüş hareketleri başladı. Böylece Müslümanlar söylemlerini değiştirerek ‘İslam’dan başka hak yoktur’ dediler.
Bugün 18. yüzyıldaki şok dönemi gibi bir dönem yaşayan, batının karşısında eziklik kompleksi içinde olan Müslümanlar ve cemaatler var. İçimizdekilerden bazıları hâlâ birinci kuşağın insanı bazıları ise ikinci kuşağın insanı durumundalar. Nice cemaatler var ki maalesef ikinci kuşağın insanı durumundalar. İslam’ın üstünlüğünü anlayamadıkları için İslam’ı savunma ihtiyacı hissediyor, İslam’ın hak olduğundan bahsediyorlar. Genel olarak düşündüğümüz zaman ise Ümmet-i Muhammed’in fert veya cemaat olarak üçüncü kuşağa geçtiğini görüyoruz. Artık ‘Hak ancak İslam’dır’ demeyi öğrendiler.
Aşağılık kompleksine kapılmış kişi veya toplumlar daima batının kriterlerine göre İslam’ı yorumlama ihtiyacı duyarlar. Nasıl ki batı bilginin kaynağı olarak aklı esas alıyorsa, bunlar da aklı esas alıyorlar. Aşağılık kompleksi bu insanlarda neden zuhur ediyor ve İslam’ı bu şekilde savunma ihtiyacı duyuyorlar? Bir takım insanlar vardır ki onlar ancak İslam medeniyeti dünyanın her tarafında tek süper güç durumuna geldiği zaman hakkı-hakikati haykırarak söylerler. Onlardan ‘Rabbim böyle emrediyor, o halde O’nun dediği gibi olmalıdır’ şeklinde bir konuşma bekleyemeyiz. Çünkü İslam’ı gerçekte yaşamamaktadırlar. İslam’ı yaşamayan ve İslam’a hizmet etmeyen insanlarda İslami izzet ve şeref oluşmaz. Çünkü Allah Azze ve Celle bu izzet ve şerefi ancak İslam’ı yaşayan insanlara verir.
İslam’ı yaşayan insanlar; yalnızca bilgisini artırmak için masa başında kitap okuyup yazanlar değil hayatlarını İslam’a göre şekillendiren insanlardır. İslam’ı yaşamayanlarda sâfi bir İslam anlayışı hâsıl olmadığı gibi İslam’daki birtakım mevzuları sahabe neslinin ve İslam’ı yaşayanların anladığı gibi anlamaları da mümkün değildir.
ASHAB KUR’AN’I NASIL OKUYORDU?
Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabını inen her bir ayetle eğitiyordu. Sahabe-i Kiram da Kur’an’ı sadece bilgisini artırmak için değil yaşamak için okuyordu. Allah Azze ve Celle neyi emrettiyse sahabe o emri hemen yerine getirmeye çalışıyordu. Allah Azze ve Celle, teheccüd namazının kılınmasını emrettiğinde sahabe teheccüd namazı kıldı, malından infak edilmesini emrettiğinde malından infak etmeye başladı. O seçkin neslin ortaya çıkmasındaki en önemli faktör, bildiklerini yaşamak için öğrenmeleriydi.
Aynı kitap ve hadisler bizim de elimizde, eksik olan yalnızca Rasulullah mı? Elbette ki Rasulullah’ın yanımızda olması çok önemli bir faktördür. Elbette ki O aramızda olsaydı her şey daha farklı olacaktı ama şunu bilmeliyiz ki: Rasulullah aramızda olmuş olsaydı dahi bugünün şartlarında İslam’ın hükümlerine uymak yine de kolay olmayacaktı. Mesele sadece Rasulullah’ın aramızda olmayışı değildir. Biz sadece bilgimizi artırmak, kültürümüzü genişletmek için kitap okuyoruz. Bu maksatla okumuş, profesör veya yazar olmuş birinin -hayatında gerçek İslam olmadığı için- İslam’ı bozmaması kaçınılmazdır. Çünkü Kur’an’ı yaşamayan insanın zamanla kendi fikirlerini ve yaşam tarzını Kur’an’dan zannetmemesi ve Kur’an’ı kendisine uydurmaması mümkün değildir. İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız şekilde inanmaya başlarsınız.
BİR NESLİN KURTULMASI
Kur’an-ı Kerim buyurur: “Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek) tir.”2
‘Akabe’ sarp, dik yokuş manasına gelmektedir. Gücü yetmediği, gözü kesmediği için o yokuşa tırmanamadı. Ayette geçen ‘İktiham’ kelimesi bir görev verildiği zaman göreve atılmak demek. Akabe yani dik yokuş önüne çıktığı zaman akabeye atılamadı, ‘ben buradayım, ben de varım, baş üstüne’ diyemedi.
“Ey Rasulüm! Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?”3 Bunu sen bile bilemeyebilirsin. Akabe öyle bir şey ki, “Bir boynu, bir insanı kurtarmak, bir köleyi satın alıp azad etmektir.”4 Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor: “Rasulullah Aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim bir Müslüman köleyi azad ederse onun her bir uzvuna mukabil, Allah bunun bir uzvunu ateşten azad eder.”5 Köleleştirilmiş, bedeni esir edilmiş bir insanı kurtarmak böyle sevapsa ruhu esir edilmiş olan insanı kurtarmak kim bilir ne kadar sevaptır. Boyunları kurtarmak ayetinin manasının içerisinde, bir nesli kurtarmak için faaliyet yapmak da vardır. Kimileri bunu yapmaktan kaçındı; ‘bir neslin kurtarılması için sen de yardım et, bu çorbada senin de tuzun olsun’ denildiğinde buna gücü yetmedi, akabeye tırmanmak istemedi. Neslin kurtarılışı için gayret gösteremedi, bir şeyler yapmayı göze alamadı. Bu yolda malıyla, canıyla gayret gösteremedi, neyi varsa ortaya koyamadı…
Allah Azze ve Celle bildikleri ile amel eden bir ümmet ve nesil meydana getirmek istemektedir. Çünkü böyle olmayan bir nesil, medeniyet meydana getiremez. Kanunlarla bir medeniyet değil devlet kurabilirsiniz. Osmanlı’nın son zamanlarında İslam kanunları vardı ama İslam medeniyeti yoktu, çünkü çökmüştü. Demek ki kanun başka, medeniyet başkadır. Allah Azze ve Celle sadece bir devlet değil bir medeniyet kurmak istiyordu. Bu yüzden yaşayan insanlar olmalarını istediği için Sahabe-i Kiram’ı daima amele sevk ediyordu. Geceleyin kalkıp teheccüd namazı kılmayan kişinin “Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk”6 ayetini anlaması mümkün değildir.
İnfak etmeyenin Allah yolunda para vermenin ne denli bir kazanç olduğunu anlaması mümkün değildir. Aynı şekilde irşad görevini yapmayanın irşadla ilgili ayetleri anlaması mümkün değildir. Bir Müslüman hangi ayetleri yaşıyorsa onları anlayabilir. Namaz kılmayanın namazla ilgili ayetleri anlaması imkânsızdır. Kıtal (savaş) ile ilgili ayetleri de Çeçen mücahitleri, Filistinli bir kardeşim benden daha iyi anlayacaktır, çünkü o kıtal (savaş) yapmaktadır. Ben ise onun kitabını okumaktayım. Çeçen mücahidinin anlamış olduğu kıtal ayetini masa başında kitap okuyanın anlaması mümkün değildir. Masa başında sadece kitap okuyan faaliyet yapmayan kişinin de İslami faaliyetleri anlaması mümkün değildir. Neyi yaşıyorsanız onu anlayabilirsiniz.
ALLAH RASULÜ’NÜN HAYATI İBADETTİ
Allah Rasulü için yirmi dört saat ibadet saati demekti. Zaten ibadet kelimesi yirmi dört saati içine alan bir kelimedir. Yani bir insanın yirmi dört saati ibadet sayılabilir. Allah, İslam’ı yaşayan bir insan olmak şartı ile helal para kazanmak isteyen adamın bu uğurda göstermiş olduğu gayreti de ibadet kapsamında değerlendirmektedir. Hatta Allah Rasulü hakkıyla malını satan, insanları kandırmayan adil bir tacirin şehitlerle beraber olacağını ifade eder.
Allah Rasulü zamanını birkaç kısma ayırıyordu. Bir kısmını ailesi, bir kısmını ashabı, bir kısmını da Rabbi için şeklinde üçe ayırıyordu. Eğer ashabı için ayırdığı zaman yetmediyse ailesi için ayırmış olduğu zamandan alıyordu ama Rabbi için ayırmış olduğu zamana asla dokunmuyordu. Rasulullah daima Rabbiyle birlikteydi; evinden çıkarken, ayakkabısını giyerken, camiye giderken, geceleyin yatağında sağdan sola dönerken her dem Rabbini zikrederdi. Allah’ı zikretmek için haftanın belli bir saatini beklemiyordu, boş kaldığı zamanlarda daima Rabbini zikrediyordu. Peygamberi daima bu halde görenler, kendileri de O’nun gibi olmaya çalıştılar.
Allah Rasulü bazen “Şöyle yapana şu kadar sevap vardır” diye ilan ediyor ve ashabının öyle yapmasını istiyordu. “Her kim namazdan sonra otuz üçer defa Subhanallah, Elhamdulillah, Allah-u Ekber der sonra yüzüncüsünde de ‘La İlahe İllallahu Vahdehu La Şerikeleh Lehü’l Mülkü Ve Lehü’l Hamdü Ve Hüve Ale Külli Şeyin Kadir’ derse denizin köpüğü kadar günahı olsa affedilir” diyerek ashabını o şekilde Rabbini zikretmeye teşvik ediyordu. İşte ashab böyle eğitildi.
Büyükler büyüğü Allah Rasulü’nün hayatı da bu şekildeydi. O daima Rabbi ile beraberdi ve gönül huzurunu ancak ibadette buluyordu. “Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.”7 Başka bir şekilde tatmin olamaz. Kur’an okumak bir zikir, kitap okumak, ilim meclisinde bulunmak, Allah’ı tefekkür etmek, namaz kılmak bir zikirdir.
Böylece Allah Rasulü ashabına her anlarında zikir yapmalarını öğretiyordu. Ashab atın üzerinde Kur’an okuyor, attan indiği zaman da yine tozun toprağın içerisinde Kur’an okumaya devam ediyordu. Onlar İslam’ı yaşadıkları için bir medeniyet kurdular. Doğru bildiklerini yaşamayan insanların bir medeniyet kurmaları mümkün değildir.
ALLAH KORKUSU
İslam’ı yaşamak konusu içerisinde ele almamız gereken bir konu da Allah korkusunun kalbe yerleşmesi, haram ve şüpheli şeylerden kaçınma konusudur. Allah Rasulü bir taraftan bütün huzurunu ibadette bulurken diğer taraftan da Allah’tan olabildiğince korkuyordu. Peygamberimiz bir hadisinde; “Helal de haram da belli bu ikisi arasında bir takım şüpheli şeyler var. Her kim bunlardan kendisini korursa dinini ve ırzını korumuş olur. Her kim bunlara düşecek olursa harama düşmüş olur. Şüpheli şeylere düşen adamın hali yasak olan bölgenin kenarına kadar koyunlarını getiren orada otlatan çobanın haline benzer. Her an koyunları o yasak olan bölgeye girebilir” buyuruyor. Efendimiz bu hadisiyle şüpheli şeylerden uzak durmamızı, yasak olan bölgenin sınırına kadar gelmememizi, harama kadar yaklaşmamamızı emrediyor. O yüzden ulema; “Adaplar sünnetleri korur, sünnetler farzları korur” demiştir.
“Nasıl olsa adaptır farz değildir” diyerek adaba dikkat etmeyenler şunu bilsin ki, adaba dikkat etmeyen sünnetlere de dikkat etmez, sünnetlere dikkat etmeyen zamanla farzlara da dikkat etmez hale gelir. Böylelerinde dikkatsizlik bir kişilik halini alır. Artık o vazifesi olan hiçbir şeyi önemsemeyen, dikkatsiz bir insan oluverir.
Hayatında İslam olmayan kişi İslamcı olamaz. Hakiki İslamcı İslam hakkında konuşan değil sadece ve sadece İslam’ı savunan, savunurken de İslam’ı yaşayan kişidir. Allah’ı sevdiği için İslam’ı savunan kişi artık her neye baksa Rabbini görmeye ve O’na muhabbeti artmaya başlamıştır. Hakiki İslamcı olabilmek için evvela Allah’ı bilmek gerekir. Allah’ı bilmeyen O’nu sevemez, O’nu sevmeyen ise hakiki İslamcı olamaz.
YAŞAMAYAN İNSANLARIN KİTAP OKUMASI
1980’li yılların gençleri İslam’ı savundular ve çıkan tüm kitapları okudular. Kitaplar güzeldi belki ama o zamanın gençleri için uygun değildi. Bu, yeni doğan bir çocuk için süt lazımken kebap yedirmeye benzer. Kalbe iman yerleşmeden, ibadetler ve ahlak güzelleşmeden cihadla, İslami hareket modeli ile ilgili kitaplar okundu. Boylarından büyük kitaplar okudukları için o bilgileri hazmedemediler. Bunun sonucunda o bilgileri kustular, sağa sola saldırdılar, herkese kâfir, münafık, tağut, belam dediler. Söylediklerinin bazıları doğru, bazıları yanlıştı fakat bilir bilmez konuştular.
Öğrendiklerini yaşamamak insan için büyük bir zarardır. Bu adeta vücuttaki midenin, bağırsak sisteminin çalışmamasına benzemektedir. Yemek yediğiniz zaman eğer bağırsak sisteminiz çalışmıyorsa, midenizdeki rahatsızlıktan dolayı yediklerinizi hazmedemiyorsanız o yemek size fayda yerine zarar verecektir. Yaşamayan insanlar kitap okudukça daha büyük günahlara düştüler, etraflarına zarar verdiler. Öyle kimseler ortaya çıktı ki bir kısmı ilmini hâkim olanların menfaatleri doğrultusunda kullandı. Hâkim olan güçlerin ve birtakım mihrakların anlatmalarını istedikleri dini anlattılar, gerçek dini anlatmadılar. Allah’ın hâkimiyetinden bahsetmediler, işi felsefeye döktüler. Daima İslam’daki işçi haklarından, sosyal adalet gibi konulardan bahsettiler. Kimisi namaz ve oruçtan, kimisi orman haftasından, kimisi de verem-savaş haftasından bahsetti. Hakkı ve hakikatleri anlatmadılar, neticede Allah’ın hâkimiyetini öğrenmemiş olan insanlara çok daha sonraki meseleleri öğretmeye kalkıştılar.
İmam Gazali böyleleri için şunları söyler; “Bazı insanların ilim öğrenmekten maksadı dünyadır, makamdır, paradır. Böyle insanların yapması gereken şey ilmi bırakmaktır. Bu gibi insanlar Müslümanın öğrenmesi farz-ı ayn olan namaz, oruç gibi asgari bilgileri aldıktan sonra ilmi bırakmalıdır.” Bu insanlar bilgileri arttıkça daha tehlikeli olmaktadırlar çünkü bunların niyetleri bozuktur. İlim öğrenirken evvela niyetin salih olması lazımdır. İlim öğrenen kimsenin niyeti evvela amel etmek olmalıdır. Niyet, öğretmekten de önce amel etmek olmalıydı, niyeti amel etmek olmayanlara ayet ve hadisler tesir etmez, etmedi.
Allah Azze ve Celle, bildikleriyle amel eden ve Kur’an’ın ayetlerini anlayabilmek için bütün ayetleri yaşama gayretinde olan kullardan olmayı nasip eylesin. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun. Konuya devam etmek dileğiyle Allah’a emanet olun. *