Ümmet, Mes’uliyet ve Arakan Müslümanları
Bize doğru yolu gösteren ve bizi ümmet olarak isimlendirip vazife ve şeref veren Allah’a hamd, bu ümmeti meydana getirebilmek ve bizi kardeş yapabilmek için gece gündüz mücadele eden Rasûlüne salât-u selam, bu ümmeti yeniden diriltme ve inşa etme gayretinde olan tüm kardeşlerime selam ederek başlıyorum.
Allah (Azze ve Celle), insanlık tarihi boyunca bazı toplumları yeryüzünde adaleti tesis etmek, haksızlıkları önlemek, Allah’ın istediği gibi bir toplum ve medeniyet kurmakla görevlendirmiş ve böyle olan toplulukları ümmet olarak isimlendirmiştir.
Allah (c.c.) Enfal Sûresinde buyurur ki: “Gerçek şu ki; iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç bir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında antlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.” 1
Ayet ümmet olmanın ve ümmetin bir ferdi sayılmanın şartlarının öncelikle: 1- İman edilmesi gerektiği gibi iman etmek, 2- İman ve dava yolunda gerektiğinde hicret etmek, 3- Mal ve can ile Allah yolunda cihad etmek,
4- Hicret edenleri barındırmak ve onlara yardım etmek olduğunu ifade etmektedir. Ancak bunları yapanlar birbirlerinin velisidirler. Yani ancak bunlar bir ümmet olabilmiş ve birbirlerine karşı sorumlulukları oluşmuştur.
Bunlara ümmet olmanın unsurları da diyebiliriz. Yani bunları kendinde bulundurmayan topluluk ümmet sayılmayacaktır. Gerektiğinde hicret ve cihad edemeyen, kardeşlerini barındırmayan ve onların dertleriyle dertlenmeyenler tabi ki ümmet olmaktan uzaklaşmışlardır.
Ümmet olmak, mes’ul olmak demektir. Bir topluluğun ümmet olarak isimlendirilmesi, o topluluğun yeryüzünün imamları olarak görevlendirildiğini ifade eder. Zaten ümmet kelimesi imam ile aynı köktendir. Ve ümmet olanlar yeryüzünün imamlarıdırlar, liderleridirler. O halde yeryüzünde haksızlık ve zulmü onlar durdurmak, günah ve isyanı onlar engellemek zorundadırlar. Dinin gönderiliş gayesi olan; yeryüzünde beş şeyin emniyetini onlar sağlamak zorundadırlar. Yani din, akıl, mal, can ve nesil emniyetini gerçekleştirme görevi onlarındır.
Yeryüzünde İslam’ı hâkim kılarak, hak dinin yani tevhidin emniyetini sağladığı gibi bozulmuş kitaba sahip olan Ehli Kitap’ın kilise ve havralarını da korumak ve emniyetlerini sağlamakla görevlidirler.
Doğru ve temiz aklın dediğini yapmak, aklın yanlış gördüğü içki, kumar, faiz, fuhuş gibi günahlara izin vermemek, aklın putlaştırılmasına ve vahyin önüne geçirilmesine izin vermemekle aklı korurlar. Aklın ideoloji ve yanlış felsefî görüşlerle kirlenmesine izin vermezler.
Malın hırsızlık, rüşvet, faiz, sömürü gibi haksız yollarla ele geçirilmesine izin vermeyerek toplumda mal emniyetini sağlarlar. Yani, toplum düzeninde bunlara yer vermez ve kanunen yasaklarlar.
İnsan öldürmeye kısas gibi caydırıcı bir hüküm uygulayarak, ayrıca cehennem korkusu kazandırarak ve bir insanı haksız yere öldürmeyi bütün insanları öldürmüş gibi kabul ederek, intiharı ve kürtajı yasaklayarak can emniyetini sağlarlar.
Aklı korumak için İslam’ın aldığı önlemleri ifade ederken söylediğimiz gibi toplumda içki, kumar, uyuşturucu, zina ve livata gibi çirkinlikleri yasaklayarak, nesli bunlara bağlı olarak ortaya çıkacak olan kötülüklerden korurlar. Nesle hayırlı hedefler göstererek, onların enerjilerini doğru istikamete sevk ederler. Medeniyetin yolunu göstererek onları çıkmazlara, boşluklara ve bunalımlara düşmekten korurlar. Nefisleri ile mücadele edebilecek bir irade kazandırırlar.
Her ümmet yeryüzünde bunları gerçekleştirmek üzere görevlendirildi. Bu görevi yerine getirdikleri müddetçe Allah (c.c.) onları ayakta tuttu ve yardım etti. Böylece görevleri ve şerefleri devam etti. Tembellik yapıp durgunluk dönemine girmeye başladıklarında, öyle devam ederlerse başlarına gelecek olanın bir kısmını başlarına getirerek onları ikaz etti. Ders almayıp bu durumu devam ettirdiklerinde ise onlardan bu şerefli görevi aldı ve onları parçaladı. Bu sancağı taşıyabilecek olan başka bir topluluk yarattı ve sancağı onlara teslim etti. Bu, ümmetin bitirilmesi ve ölmesi demektir. Ümmet öldükten sonra bir süre daha ayakta durursa da artık tekrar dirilmesi mümkün olmaz. O yüzden Allah Azze ve Celle Araf Sûresinde: “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler. (Tam zamanında çökerler.)”2 buyurur. Sonra yeni nesiller gelip sancağı teslim alır. Maide Sûresinde Allah (c.c.) bu sünnetini bize şu ifadelerle bildirir: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse (irtidat ederse), Allah (yerine); kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.”3 Bu sünnetullah çerçevesinde bu görevi bizden önceki ümmetlerden alıp sonunda bu ümmete verdi.
Bir toplumun ümmet olduğunu dolayısıyla tüm dünyadan mes’ul olduğunun farkında olması, o toplumun dengeli ve itidal üzere olmasını sağlar. Zayıf olduğu dönemlerde kâfir ve zalimlere teslimiyet göstermeyip onlarla mücadele etmeye devam eder. Çünkü ümmet olduğunun bilincindedir. Güçlü olduğu dönemlerde de zalimleşmez, firavunlaşmaz. Çünkü kulluğunun ve ümmet olduğunun yani yeryüzünde adaleti tesis etmekle görevli olduğunun bilincindedir.
Ümmet olmanın şerefli ama zor bir görev olduğunu, tüm dünyada her alanda emniyeti ve adaleti sağlamak demek olduğunu, bunun bir ömür boyu cihad ve mücadeleyi gerektirdiğini gören bizden önceki ümmetlerden Yahudi ve Hıristiyanlar (İsrailoğulları) görev yapmadan, sıkıntılar çekmeden cennete girmenin kolay yolunu aradılar ve kendilerince buldular. Yahudiler:“Biz üstün ırkız, Allah’ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz, bize cehennem ateşi dokunmaz, cehenneme girsek de birkaç günden fazla girmeyiz” dediler. Hıristiyanlar da: “Hz. İsa (a.s.) geldi, bizim günahlarımız için çarmıha gerildi, acılar çekti, biz kurtulduk. Sadece onun tanrı olduğuna inansak yeter, ne kadar kötülük yaparsak yapalım, görevlerimizi ne kadar terk edersek edelim yine de bu inancımızla cennete gireriz” dediler. Her iki taife de ümmet olarak kendilerine verilen görevleri yerine getirmeden “bedava cennet” istediler.
Bizim içimizden de niceleri görevlerini yapmadıkları ve cennetin bedelini ödemedikleri halde“şeyh torunu olduğu için ya da şeyhinin sayesinde cennete gireceklerini” söylemiyorlar mı? Ya da dinin cihad ve mücadele gibi kendisine zor gelen bazı hükümlerini görmezden gelip dinî; inanç, ibadet ve ahlâk dini haline getirmiyorlar mı? Batı medeniyetini reddedip kendi medeniyetlerini kurma mücadelesi vereceklerine, işin kolayına kaçıp ılımlı ve tavizkâr bir din anlayışına yönelip batı kültürü ile uzlaşmıyorlar mı? Küfürle mücadeleden kaçmak için beşerî ideolojileri İslam’a uygun hatta İslam’ın bir parçası gibi görmeye ve böylece mücadele etmekten kurtulmaya çalışmıyorlar mı? Ümmet olduğunda ırkına bakmadan bütün Müslümanlarla kardeş olmak ve onların sorunları ile ilgilenmek ve yardımcı olmak zorunda kalacağı için milliyetçi-ırkçı yaklaşımlar sergileyenler ve yalnız kendi ırkının sorunlarıyla ilgilenenler yok mu? Hz. Ali (r.a.), yedi büyük günahı sayarken; hicretten sonra bedeviliğe dönmeyi de saymıştır. Bununla medenî olduktan ve ümmet olduktan sonra ümmet anlayışını bırakıp ırkçı ve kabileci olmayı kastetmişti. Çünkü bedevîler ırkçı ve kabileci idiler.
Allah’ın toplumlar için uyguladığı bu kanun, bu ümmet için de yürürlüğe konmuş ve yaklaşık üç asır önce duraklamaya ve gerilemeye başlayan ümmetimiz iki asır önce çökme alametleri göstermeye başlamış, bir asır önce de çökmüş ve dağılmıştır. Ve bir asırdır gerek Türkiye gerekse diğer İslam topraklarında onlarca milyon Müslüman şehid edilmiş, bir o kadarı da sakat ve perişan hale düşürülmüş, hakları ellerinden alınmış, kendi vatanlarında ikinci sınıf insan durumuna düşürülmüş, maddî ve manevî olarak sömürülmüştür.
Bugün adını bile bilmediğimiz, haritada göster deseler yerini bulamayacağımız birçok devlette Müslümanlar zulüm altında inlemektedirler. Bunlardan biri de eski adıyla Burma ya da Birmanya, şimdiki adıyla Myanmar Cumhuriyeti’dir. Myanmar’da yaklaşık 1,7 milyon Müslüman bulunmakta bunların yaklaşık 800 bin kadarı Bangladeş’e sınır olan Arakan eyaletinde yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler’in verdiği bilgiye göre 2 milyon kadar Arakanlı Müslüman ise fakirlik ve zulümlerden dolayı yurt dışına kaçmış ve mülteci olarak yaşamak zorunda kalmıştır.
1938’de gerçekleştirilen katliamlarda binlerce Arakanlı Müslüman öldürülmüştür. 500 binden fazla Müslüman vatanını bırakmak ve göç etmek zorunda kalmıştır. Bu olaydan 4 sene sonra 1942’de kaynakların bazısına göre 100 bin, bazısına göre de 150 bin Müslüman, Budistler tarafından katledilmiştir. Bu zulümler 1947, 1954 ve 1962’den sonra yapılan katliamlarda 20 binden fazla Müslüman katledilmiş, 1 buçuk milyon Müslüman köyleri yakılarak Bangladeş’e göç etmeye zorlanmıştır. Onların boşalttığı yerlere de devlet tarafından Budistler yerleştirilmiştir. 1982 yılında çıkarılan yeni vatandaşlık kanunu ile Arakan Müslümanları vatandaşlıktan çıkarılmış, kendi ülkelerinde mülteci durumuna düşürülmüş ve oy verme, sağlık hizmetlerinden faydalanma, devlet dairelerinde çalışma gibi tüm haklarından mahrum bırakılmışlardır. Müslümanlar, bir köyden bir köye giderken izin almak ve bunun için ücret ödemek zorundadır. Evlenmek için bile devletten izin almak ve para ödemek zorundadırlar ve en fazla iki çocuk sahibi olmalarına izin verilmektedir. Müslümanların ev inşa etmeleri, evlerine bakım yapmaları ve su kuyusu açmaları bile yasaktır. Gece sokağa çıkmaları, cami inşa etmeleri, camilerin onarımını yapmaları da yasaktır.
Arakan Müslümanlarının Bangladeş’teki temsilcilerinden Nur Hüseyin yaptığı açıklamada Myanmar rejiminin bugüne kadar 30 bin civarında Müslümanı katlettiğini belirtti. İstanbul’da yapılan bir toplantıya katılan, Arakanlı Müslümanların lideri Muhammed Yunus’a göre durum bundan da kötüdür ve o da Haziran ayından bugüne 50 bin civarında Müslümanın katledildiğini, 50 bin Müslümanın da tutuklandığını ifade etmektedir.
Gelecek sayıda yeryüzünün imamları olarak gönderilen bu ümmetin nasıl bu hallere düştüğü, hangi sebep ve kanunlara bağlı olarak gerilediği konusu ile devam etmek temennisiyle.
(Furkan Nesli Dergisi Başyazarı Alparslan Kuytul Hocaefendi)
Furkan Nesli Dergisi'nden Alıntıdır