Ümmetin kanayan yarası Ortadoğu… Savaşın, zulmün, kan ve gözyaşının sebebi çoğu zaman maddi çıkarlar olarak gösterilse de altta yatan asıl sebep bu bölge insanlarının dini kimliğinin “İslam” oluşudur. Yani hak ve batıl savaşı olanca şiddetiyle devam etmektedir. Ama biz biliyoruz ki; gün gelecek Müslümanlar yeniden sahip oldukları İslam kimliğinin şerefiyle, hakkı batılın tepesine indirecektir.
Ortadoğu, en geniş anlamda Batı’da Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan ve Mısır’dan başlayarak, Doğu’da Umman Körfezi’ne kadar uzanan, Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman’ı da içine alan, Kuzey’de Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan’ın da dâhil edildiği, Güney’de de Suudi Arabistan’dan Yemen’e kadar uzanan Arap yarımadasını kuşatan ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’in bulunduğu bir coğrafyadır. Bu bölgenin dinsel anlamda Müslümanlar, etnik anlamda da Türk, Arap ve Farsların çoğunluğu oluşturduğu bir bölge olduğu görülür.1
Ortadoğu, tarih boyunca uygarlıkların merkezi olmuş, peygamberlerin büyük çoğunluğu bu topraklarda çıkmış, aynı zamanda bu bölge nice savaşlara, çatışmalara da sahne olmuştur. Batılı sömürgeci güçlerin bu toprakları adeta bir büyük pasta gibi görmeleri ve paylaşmaya çalışmaları, “Bu bölgeye sahip olan dünyaya da sahip olur” tezleriyle hep hedefte tutmalarının asıl sebebi nedir? Görünür sebepler çoğu zaman petrol, jeopolitik konum vb. maddi çıkarlar olarak gösterilse de altta yatan asıl sebep bu bölge insanlarının dini kimliğinin “İslam” oluşudur. 1986’da Amerika Libya’ya müdahale ettiği zaman Başkan Ronald Reagan olayla ilgili yaptığı konuşmasında şöyle diyordu: “Bunlar, yalnız bizim bölgedeki varlığımıza değil, hayat tarzımıza da karşı çıkıyorlar. Ortadoğu’da son İsmailoğlu’nu (son Müslümanı) çölün derinliklerine sürünceye kadar mücadelemiz devam edecektir.”2 Bu sözler, Ortadoğu’daki bütün bu gelişmelerin, yaşananların temelinde yatan en önemli olgunun “din” olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor. Benzer ama daha yumuşak üslupla söylenen ifadeleri Condoleezza Rice’ın (ABD Eski Dışişleri Bakanı) 2003’te yazmış olduğu makalede görmek mümkündür: “Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırları ve rejimleri değişecek, buna Türkiye’de dâhil…”3
Onların Ortadoğu ve Müslümanlara bakışı bu minvalde iken, meselenin İslam coğrafyası ve Müslümanlar tarafında ise çok vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Ümmeti kaybettiğimiz günden beri İslam coğrafyası bir pasta gibi pay edilmiş, ulus devletlere bölünmüş ve her bir parçası, Batı’nın istediği şekilde dizayn edilsin diye diktatörlerin eline bırakılmıştır. Müslüman toplumlar birçok ülkede bağımsızlık ve kurtuluş savaşları vermiş, akabinde bu savaşlarda önemli rol oynayan âlimler ve geniş halk kitleleri yönetimlerden uzak tutulmuş, iktidar kadroları kukla yönetimlerin eline geçmiştir. Böylelikle buralarda İslam Ahkâmı yürürlüğe girememiş, Batı kanunlarına boyun eğilmiştir. Örneğin, Fransa’ya karşı 1,5 milyon şehit veren Cezayir’in, savaştan sonra Fransız Anayasası’nı alıp kendi anayasası gibi uygulaması trajik bir durumdur. Savaşta başrolde olan âlimler ve halkın kafasında şu sorular cevap bulamamıştır: “Eğer biz sonunda Fransızlar veya İngilizler gibi yaşayacak, üstelik yönetim tarafından buna zorlanacak idiysek, ne diye Fransızlara ve İngilizlere karşı savaştık, çocuklarımızı toprağa verdik?”4 Aynı durum bizim ülkemiz için de söz konusu değil midir? İmanlı yüreklerin mücadelesi ve Allah Azze ve Celle’nin yardımıyla elde edilen Kurtuluş Zaferi, Müslümanlar için bir tutsaklığa ve şairin dediği gibi “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” durumuna dönüşmedi mi? Başa geçen yönetim ilk icraatını din ile ve dini değerlerle savaşarak ortaya koymadı mı?
Maalesef İslam coğrafyasının hali içler acısıdır. Bu ümmet tarihte Moğol istilası gibi belki birçok acılar gördü ama hiçbirisi bu kadar vahim değildi, hiçbirisi ümmeti bugünkü kadar çaresiz bırakmadı. Hangi tarafa baksanız kan, zulüm ve gözyaşına boğulursunuz, boğazınız düğümlenir, yardım edememenin, bir şeyler yapamamanın ızdırabı sarar tüm benliğinizi. Önceki dönemlere baktığımızda görülen o ki İslam düşmanları her nereye girmişlerse orada katliamlar yapmakta, şehirleri yıkmakta ve savaşı yıllara yayarak tamiri uzun sürecek travmalara yol açmaktadırlar. Afganistan ve Irak örneklerinde bunu gördük. Önce Rusya’nın daha sonra ABD’nin hedefinde olan ve yıllarca süren savaşlarda Afganistan’da hâlâ kan ve gözyaşı durmadı, bölge kaostan ve kardeş kavgasından hâlâ kurtulamadı. Irak’ta 1,5-2 milyona yakın Müslümanı şehid eden, 3-4 milyon çocuğu yetim bırakan ABD, bölgeden çıkarken oralarda mezhep savaşlarının fitilini ateşledi, fitne ve fesat tohumlarını ekti. Hâlâ hemen her gün camilerde ve pazar yerlerinde patlayan bombalarla Irak; huzurdan, kardeşlikten ve hatta insanlıktan uzak bir mesafede tutuluyor, acılarının dinmesine fırsat verilmiyor. Daha Ebu Gureyb hapishanelerinde feryat eden Nur Bacıların acı dolu mektupları kulaklarımızda çınlarken, bir başka coğrafyadan feryatlar ve ahlar yükseliyor. Bir acının yarası sarılmadan bir diğeri başlıyor. Zindanları hâlâ Yusuf dolu Mısır’a bakıyoruz; küresel güçlerin uydurduğu yalancı baharın etkisine kapılan Müslüman halk Sisi’nin darbesiyle uyanıyor ve mevsimin hâlâ kış olduğunu anlıyor. Burada da Esmaların feryadı yükseliyor arşa. Esma El-Biltaci, Huzaa Kabilesi’nin reisinin Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den yardım isterken okuduğu şiirle kazınıyor zihinlerimize…
“Onlar bizi Vetir’de namaz kılarken buldular Kimimizi rükûda, kimimizi secdede vurdular Onlar hem güçsüzdü hem az sayıca Allah’ın kullarını çağır da gelsinler yardıma Köpüklü deniz dalgalarını andıran ordularla”
Tam da dediği gibi olmuştu. Binlerce insan Adeviye ve Tahrir Meydanları’nda namaz kılarken vuruldular. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem himayesi altındaki Huzaalılara yardım elini uzatmış, acılarını dindirmekle kalmamış akabinde Mekke’nin fethi gerçekleşmişti. Ancak Esmaların yardım çığlıkları boşlukta yankılandı, muhatap olacak bir kulak, bir gönül, bir ümmet bulamadı. Mısır Müslümanlarına yardımımız Rabia işaretleri yapmaktan, profillerimizi Rabia işaretine dönüştürmekten, günlerce televizyonda Şehid Seyyid Kutub’un “Kardeşim Sen Özgürsün” şiirinden bestelenen marşı çalmaktan ve zaman zaman Esma’nın babasına yazdığı mektubu canlı yayınlarda okuyup gözyaşı dökmekten öteye geçmedi. Şunu da hatırlatmakta fayda var; Ortadoğu aynı zamanda gündemin çok sıcak olduğu ve çabucak değişebildiği bir coğrafyadır. Daha Mısırlı kardeşlerimizin acısı bitmeden, Mısırlı Yusufları zindanlarda bıraktık, bırakmak zorunda bırakıldık çünkü yeni gündem Suriye olmuştu.
Daha Mısır’ın yaraları sarılmadan bu sefer bir başka İslam coğrafyasını, Suriye topraklarını alevler sarmıştı. Küresel güçlerin İslam ülkelerine yönelik kurdukları hain planları, Müslüman yöneticilerin basiretten ve ferasetten uzak dış politikaları ile birleşince Suriye için yıkım kaçınılmaz oldu. Daha önce bizzat kendisi bölgelere girip savaşan ABD yeni strateji ile ‘ateşi maşa ile tutmaya, kardeşi kardeşe kırdırmaya’ başlamıştı. Dünyanın gözü önünde 600 bin insanın ölümüne, 5-6 milyonun yerinden yurdundan edilmesine, binlercesinin umuda yolculuk botlarında denizlerde boğulmasına ve Suriye’nin bir enkaza dönüşmesine sebep olan bir vahşet sergilendi. Aylan bebeklerin sahile vuran görüntüsü bile bu vahşetin ve katliamın devam etmesine engel olamadı. İşin asıl acı tarafı Irak’ta ABD’ye yardım ederek büyük bir vebalin altına girdik, Suriye’de daha büyük bir yanlışa imza attık, ABD’nin bizi öne itmesiyle olaya direk müdahil olduk. Oradaki Müslümanlara yerine getiremeyeceğimiz vaatlerde bulunduk, Esad’ın kısa sürede devrileceğini ve 3-5 ay gibi bir sürede Şam’da Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacağımızı söyledik. Şu an gelinen noktada o kadar insanın ölümünün, milyonlarcasının evsiz-barksız göçebe gibi yaşamasının ve Suriye’nin yerle bir olmasının ardından Esad’la masaya oturulup anlaşma sağlanması fikrine can simidi gibi sarılıyorsak, bu işin başlangıcında çok vahim hatalar yapılmış demektir.
Bir başka coğrafyaya, ümmetin kanayan yarası Filistin’e bakalım. 1948’de İsrail’in kurulmasından sonra yüzü gülmeyen, Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’nın bulunduğu mübarek belde. Dünyanın en büyük açık hava hapishanesi denilse yeridir herhalde mazlum ümmetin direniş mektebi Filistin için. Müslüman yöneticilerin oy devşirmek için zaman zaman kendilerine malzeme yaptıkları ama bir türlü kalıcı çözümler sunamadıkları Kudüs Davası. Şeyh Ahmed Yasin boşuna ümmetin suskunluğunu şikâyet etmemişti Rabbine, belki de ümmetin Selahaddinlerine sesleniyordu yeniden Kudüs’ü işgal altından gelip kurtarsınlar diye. “11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby, Şam’da bulunan Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak; “Kalk Selahaddin biz yine geldik” şeklinde bir konuşma yapmıştı.” Bu ümmet, içinden yeniden Selahaddinler, Alparslanlar ve Fatihler çıkaracak şuura erişemezse, nefislerini ve toplumlarını değiştirecek faaliyetlerde bulunamazsa ümmetin suskunluğu bitmeyecektir.
Buraya kadar ümmetin bazı coğrafyalarından kısa kesitler sunduk. Elbette ki dünyanın diğer bölgelerinde zulüm gören nice Müslümanlar mevcut ve onlar da kurtuluş umudu beklemektedir. Gündeme pek gelmeyen zaman zaman şiddetin tırmandığı zamanlarda altyazılarda haber değeri taşıyan Arakan, Doğu Türkistan, Keşmir, Patani ve diğerleri gibi…
Sonuç olarak tüm İslam beldeleri zor bir dönemeçten geçiyor olsa da yine de geleceğe dair ümidimizi yitirmiyoruz. Biz Rabbimizin gösterdiği, Rasulü’nün gerçekleştirdiği metodla hareket eder ve layık olursak ümmet yeniden canlanacak, geçmişteki şanlı tarihine yeniden kavuşacaktır Allah’ın izniyle.
Kaynak
1) Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu; Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2005, s.25. 2) https://tr.wikipedia.org/wiki/Amerikan_emperyalizmi. 3) http://www.incanews.net/dosya/15779/2003te-yazilan-bir-makale-ortadoguda-22-ulkenin-sinirlari-degisecek. 4) Ali Bulaç, Ortadoğu’dan İslam Dünyasına, İz Yayıncılık, s.20.