Yüzyılın Afeti: 6 Şubat 2023 Depreminin Düşündürdükleri

6 Şubat 2023 tarihinde saat 04:17 sularında ülke olarak büyük bir deprem felaketi yaşadık. Son verilere göre (gün geçtikçe sayı daha da yükselmeye devam ediyor) 45 bin kadar vatandaşımız vefat etti, bunun üç dört katı kadar yaralı, binlerce ev yıkık ve daha fazlası hasarlı durumda… Vefat edenlere Allah Azze ve Celle’den rahmet, yakınlarına sabırlar ve … Yüzyılın Afeti: 6 Şubat 2023 Depreminin Düşündürdükleri Devamı »

Eklenme Tarihi: 13 Mar 2023
8 dk okuma süresi
Güncelleme Tarihi: 13 Mar 2023
<strong>Yüzyılın Afeti: 6 Şubat 2023 Depreminin Düşündürdükleri</strong>

6 Şubat 2023 tarihinde saat 04:17 sularında ülke olarak büyük bir deprem felaketi yaşadık. Son verilere göre (gün geçtikçe sayı daha da yükselmeye devam ediyor) 45 bin kadar vatandaşımız vefat etti, bunun üç dört katı kadar yaralı, binlerce ev yıkık ve daha fazlası hasarlı durumda… Vefat edenlere Allah Azze ve Celle’den rahmet, yakınlarına sabırlar ve yaralılara acil şifalar diliyorum. Aslında tüm ülkeye geçmiş olsun demek daha yerinde olur. Özellikle Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman başta olmak üzere 11 ili etkileyen büyük çapta bir deprem (9 saat arayla iki büyük deprem: 7,7 ve 7,6) bu coğrafyada asırlardır olmamıştı. Önceki yaşanan depremler (Erzincan, Gölcük, Van, Elâzığ) elbette ki bazı yıkımlara ve can kayıplarına sebep olmuştu ancak bu büyüklükte değillerdi. Uzmanların ifadesiyle her yıl yerkabuğunda 3 cm kayma olurken bu depremle 3 m gibi bir kayma (bazı yerlerde 7 m ifadesi geçiyor) gerçekleşmiş olması etkilediği alanı anlamak açısından önemlidir.

Bu gibi afetler bir yönüyle ağır travmalara sebep olsa da diğer yönden içinde birtakım hikmetleri barındırmaktadır. Yani her musibet beraberinde nasihatleri/hikmetleri de taşır. Önemli olan o musibetten ders çıkarabilmek, geleceğe dair hazırlıklar yaparken ibret alıp yola devam etmektir. Tarih boyunca insanoğlu birçok musibetlere/afetlere maruz kalmıştır. Bu bazen Peygamber kıssalarında gördüğümüz şekilde o kavmin helakine sebep olan toplu azap bazen de kısmi azaplar şeklinde olmuştur. Sünnetullah çerçevesinde bakıldığında “Bir topluma azap ne zaman gelir, bunun sebepleri ve hikmetleri nelerdir?” konusu, Kur’an’ın geçmiş ümmetleri anlatan kıssaları incelendiğinde tespit edilebilir. Bu daha çok meselenin manevi yönünü anlamaya dönüktür. Biz burada daha çok meseleyi maddi planda ele alacağız. Ancak bir konuya açıklık getirmekte fayda görüyorum. Deprem gibi doğal afetlerde işin kader planı olduğu gibi işin insana ve topluma bakan yönleri de vardır. İnsana ve topluma bakan maddi manevi yönlerini göz ardı edersek suçu kader planına atar ve sorumluluktan kurtulmuş oluruz. Halbuki bu yanlış bir kader anlayışı olur. Tarihte Cebriyye mezhebinin dediği gibi: “İnsan kader planında rüzgârın önündeki yaprak misali gibidir.” Yani hiçbir sorumluluğu yoktur, rüzgâr nereye eserse biz oraya savruluruz demek istiyor. Bugünlerde bazı kesimler tarafından sıkça dile getirilen “kader planı” söylemleri ne kadar da Cebriyye’nin söylemine benziyor. Bu gibi sözler, kişilerin sorumluluklarını yerine getirmeyip de suçu kadere ve (hâşâ) Allah’a yüklemesi değil de nedir?

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”1 Bu ayetin ışığında meseleye bakıldığında insanın başına gelen musibetler kendi işlediği yüzünden olmaktadır. Ancak ayette zikredilen çoğunlukla böyle olduğudur. Yoksa Allah Azze ve Celle, elbette dilediği zaman Peygamberlerini ve razı olduğu kimi salih insanları, onların derecelerini yükseltmek için de imtihan edebilir/etmektedir. Bu ayeti çok iyi anlamış olan Selef-i Salihin (sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn) “ayağına diken batsa veya taşa takılıp düşsen, kendinden bil, günahlarını düşün” anlayışını geliştirmiştir. Elbette her şeyi takdir eden, bir yaprak bile yere düşse bundan haberdar olan Rabbimizin olaya müdahalesini, her şeyin O’nun ilmi ve kudreti çerçevesinde cereyan ettiğini biliyoruz. Ancak Allah’ın bilmesi, kadere bunu yazması (Levh-i Mahfuz) kullarını o fiilleri işlemeye zorunlu kılmamakta, kulların cüzi iradesini ellerinden almamaktadır. İmam-ı A’zam Ebu Hanife Rahimehullah’ın meseleyi veciz bir şekilde özetlediği gibi: “Levh-i Mahfuza yazılan vasıfla yazılmıştır, hükümle yazılmamıştır.” Bu mesele Akaid kitaplarında (Allah’ın fiili/takdiri, kulun kesbi/kazancı kapsamında) daha geniş ele alınmaktadır, konuyu oraya havale edelim.

Depremin maddi sebeplerine dönecek olursak evvela şunun altının çizilmesi lazımdır: İnsan, depremleri engelleme gücüne sahip değildir ancak olduğu zaman en az hasarla atlatabilmenin yollarına başvurmalı, bu anlamda akla ve bilime yönelmelidir. Gerekli tedbirleri almakla mükelleftir. Bilimin de her zaman mutlak doğruya ulaştığını söyleyebilmek zordur. Şu anda konunun uzmanlarının söyledikleri de tahminden öteye geçmemektedir. Örneğin Marmara’da beklenen deprem için söylenen olasılıklar 30 yıl içinde olma olasılığı %60, 50 yıl içinde olma olasılığı %75, 100 yıl içinde olma olasılığı %90 gibi… Sonuç ne olursa olsun bildiğimiz şey, Türkiye coğrafyası deprem kuşağındadır ve son günlerde sıklıkla gördüğümüz haritalara bakıldığında İç Anadolu Bölgesinde bazı illerin haricinde neredeyse tüm bölgeler ve iller deprem kuşağında ve fay hatları üzerindedir. Geçmişten bu yana meydana gelen depremler de bu durumun habercisidir. Bunun anlamı şudur: Bu bölgede ara ara depremler olacaktır bunun için maddi manevi hazırlıklarınızı yapın. Depremle yaşamayı, depremlere dayanıklı binalar yapmayı, olası bir depremde gerekli önlemler almayı öğrenin ve uygulayın.

Maddi olarak neler yapılmalıdır konusunda uzmanlar özellikle 1999 Gölcük Depremi sonrasında çokça uyarılarda bulundular. Bazı medya kuruluşlarında maalesef son depremde yıkılan binaların %58’i 1999 depreminden sonra yapılmış denildi. Ardından hükümetin yaptığı açıklamalarda yıkılan binaların %98’inin Gölcük Depremi öncesi yapıldığı açıklaması geldi. Hangi oran doğrudur bilmiyorum ama kanaatimce asıl sorulması gereken şudur: “Bahsi geçen ve 1999 depreminden önce denetimsiz yapıldığı için son depremde yıkıldığı söylenen binaların acaba yüzde kaçı imar yasasıyla affedildi? Bunların kentsel dönüşüm ile yıkılması ve yeniden yapılması gündeme geldi mi? Hangi adımlar atıldı?” Meselenin hükümete bakan yönü ve cevaplanması gereken soruları bu şekilde ancak bir de çıkarılan imar affına sevinen, ilk ciddi depremde yıkılacağı belli olan evini kullanmaya devam eden halk nasıl böyle bir affa razı oldu? Eskilerin deyimi ile “Basra harap olduktan sonra…” konuşmak kolay ama o günlerde buna karşı gelmek, “insan hayatı bu kadar ucuz değil, gereken neyse yapılsın, önlemler alınsın” diyebilmek gerekiyordu. Adına “imar barışı” demek ve kamu spotu tadında reklamlar çekmekle insanların gözünde meseleyi masumlaştıranlar da gereken dersi/cezayı alacaklar mı merak ediyorum. Eğer iddia doğru ise son seçim çalışmaları ve vaatleri arasında yine imar barışı olduğu hatta meclise bu yönde teklif getirilmesi düşünüldüğü yönünde haberler çıktı. Bu saatten sonra elbette böyle bir şey yapmazlar ancak her seferinde bunun bir seçim malzemesi olmasının da ayrıca irdelenmesi gerekir.

Bu depremde dikkatler bir de inşaat sektörüne ve bu sektörün başrolündeki müteahhitlere yöneldi. Öncelikle bir toplumda yozlaşma varsa tüm kesimlere sirayet eder, sadece bazı kesimlerde sınırlı kalmaz. Son yılların yükselen trendi inşaat sektörü, ülkenin büyüme potansiyelini de etkilediği için bir yönüyle teşvik edildi, diğer yönden oradaki birtakım yozlaşmalara göz yumuldu. Şimdi yıkılan binalarda yapıma dair kusur varsa ilgili müteahhitler tutuklanıyor ancak bu kusurlu yapıları denetleyenler, uygun olmadıkları halde olur raporu verenler neden denetlenmiyor? Bu işte kusuru veya kastı olan herkes ceza almadıkça bu yanlışlar yapılmaya devam eder ve verilen cezalar tam anlamıyla caydırıcı olmaz. Japon bir uzman anlatıyor: “Bir Japon evini alırken evini yapan müteahhit ile ilgili kuşku duymaz çünkü evin yapımı sırasındaki denetimlere güvenir. Çok sıkı denetlendiği için de kimse kusurlu veya denetimden geçmeyecek bir ev yapmaz. Ayrıca yapı inşa edildikten sonra belediye, itfaiye gibi birçok kurum tarafından ayrı ayrı kontrol ediliyor ve bu süreçte de inşa edilen yapının afetlere karşı yeterli dayanıklılığa sahip olup olmadığı belirleniyor ve iskân ruhsatı ancak bu süreçlerin ardından veriliyor.”2 Aynı uzman Türkiye ile Japonya’nın deprem yönetmeliklerinin neredeyse aynı olduğunu, farkın ise denetimde ve halkın bilinçlenmesinde olduğunu söylüyor. Bizdeki denetimin yetersiz ve halkın da deprem konusunda bilinçsiz olduğunu söylüyor.

Eğer depremde çok az bina yıkılsaydı veya hasar görseydi, “denetimler gerçekten yapılıyor ama gözden kaçan birkaç bina olmuş, o kadar da olur” diyebilirdik. Özellikle Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman şehir merkezleri yerle bir olmuş ve çok az sayıda bina ayakta kalmış. Ayakta kalanların da çoğu kullanılamaz/girilemez durumda. Şimdi bu depremde yapılan yanlışlara bakıyoruz neler var neler… Zemin etüdü yapılmadan veya yapma gereği duyulmadan daha önce zeytinlik olan araziye inşa edilen rezidanslar mı dersiniz, fay hattı üzerine çoğu malzemeden çalınarak yapılan binalar mı dersiniz, alt kısmında mağaza olup biraz daha genişletmek için kolonlarının kesilmesi mi dersiniz? İhmâl adına (kasıtta olabilir bilemiyorum) ne ararsanız bulabilirsiniz. Yıkılan binaların iskeletinde kullanılan demirin azlığı, yetersizliği, kumun deniz kumu olması, içinde çakıl olması gibi (belki inşaat sektöründekilerin bileceği teknik bilgiler) ihmâller ve bunun sonucunda binlerce insanın ölümüne yol açan ağır faturası… Evet, belki bir Japon kuşku duymaz ama bu süreçten sonra bir Türk vatandaşı maalesef her şeye kuşkuyla bakacak bir psikolojiye sahip hale geldi. Toplumda insanların birbirine güveni büyük ölçüde sarsıldı. İslam ahlakıyla donanmış Müslüman şahsiyetini ortaya çıkarmazsak, güzel örneklik sergilemezsek bu süreçten daha da fazla yara alarak çıkacağız. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem pazarda bir buğday sergisine uğradı. Elini buğday yığınının içine daldırdı, parmakları ıslandı. Bunun üzerine satıcıya:Ey zahireci! Bu ıslaklık nedir?buyurdu. Adam: “Ey Allah’ın Rasulü! Yağmur ıslattı” dedi. Rasul-i Ekrem:İnsanların görüp aldanmaması için o ıslak kısmı ekinin üstüne çıkarsaydın ya! Kim bizi aldatırsa, bizden değildirbuyurdu.3 Bir toplumda aldatanlar çoğalmışsa, insanların canına kastedecek derecede gözleri dönmüşse bu toplum nasıl iflah olur?

Deprem konusunda belki Japonya örnek gösteriliyor ancak başka bir örnek ülke de Şili’dir. Büyük Şili depremi, 22 Mayıs 1960 tarihinde saat 19:11’de 9,5 şiddetinde olmuş ve yaklaşık 10 dakika sürmüştü. Tahmini olarak 1655 kişi hayatını kaybetmiş, 3000’den fazla kişi yaralanmıştı. 2010 tarihinde de bu sefer 8,8 şiddetinde 3 dakika süren deprem oldu, daha az hasar ve can kaybı ile atlatıldı. Bunda Şili’nin deprem konusunu ülke olarak gündemine almasının, ciddi çalışmalar yapmasının payı büyüktür. Japonya’da da sürekli bizdekinden daha şiddetli depremler oluyor ve neredeyse hiç can kaybı olmadan atlatılıyor. Her iki ülkenin uzmanlarının yaptıkları incelenip, ülkemize uygun olan kısımları alınabilir ve uygulanabilir. En önemlisi ise halkımız bu konuda gerçekten bilinçlendirilmeli, bunun eğitimi küçük yaşlardan itibaren verilmeye başlanmalıdır. Eğitimler gerçekten pratik uygulamalı şekilde yapılmalı, göstermelik olup da kâğıt üzerinde kalmamalıdır. 1999 Gölcük depreminde Tavşancıl beldesinde (Kocaeli’nin Dilovası İlçesine bağlı) can kaybı ve yıkılan bina olmaması, yine son depremde Hatay’ın Erzin İlçesinde can kaybı ve hasar olmaması fay hattı ile açıklanabilir mi bilmiyorum ancak bu konu üzerinde de durulması gerekir. Bu iki bölgede de imara uygun yapıldığında depremin az hasarla atlatılabileceğinin ipuçları var. Sonuçta konunun uzmanlarına danışılması, aklın, bilimin ve tecrübenin ışığında, toplumsal dayanışmanın sağlanması lazımdır. Her meselede olduğu gibi bu meselede de liyakat ve ehliyete başvurulması gerekir. Aksi takdirde her depremde çok zayiat verir ardından bu meseleleri konuşmaya, tartışmaya devam ederiz.